26 Aralık 2009 Cumartesi

doğurganlık oranı üzerine bir yazı

geçenlerde bir yazı okudum ve hoşuma gitti, paylaşmak istedim.

EkonomiG blog'unda Meryen Tekin'in yazısı (kaynak):
"Economist dergisinin Ekim 2009 tarihli nüshasındaki bir makale dikkatimi celbetti. Oldukça ilginç ve çarpıcı gerçeklere temas edilmiş. Katılmadığım pek çok nokta oldu. Yazıyı kısaca özetleyip kritiğini yapmaya calışacağım. Okuyucaların da yorumlarıyla iştirak etmeleri güzel bir tartışma ortamı oluşturabilir.

Fertilite oranı ya da doğurganlık oranı (Fertility rate) yaygın olarak kullanılan doğum oranından (Birth rate) farklı bir konsept. Doğum oranı bir yılda doğan bebek sayısının toplam nüfusa oranı, fertilite oranı ise 15-49 yaş arasındaki bir kadının sahip olduğu/olacağı ortalama çocuk sayısı olarak tanımlanıyor. En ideal(!) fertilite oranı ikame oranı olarak çevirebileğim “Replacement level of fertility” degeridir. Bu da 2.1 olarak hesaplanmis. Bu deger, nüfusun yavaşlayıp uzun vadede stabilize olmasını sağlayacak sihirli rakam olarak nitelendiriyor. Anne ve babanın yerini iki evlat alacak, ve bu sayede nüfus stabil kalacak. Rakamın 2 değil de 2.1 olma sebebleri ise çocukların ergenlik yaşına ulaşamadan ölme ihtimali ve yeni doğan cocuklar icinde kız çocuğu oranının %50 den az olması.

Fertilite oranı 1970lerde tamamı gelişmiş 24 ülkede bu oranın altındayken, bugün Afrika dahil bütün kıtalardan tam 70 ülkede bu rakamın altında. 1950’den 2000’e dünya genelinde fertilite oranı 6’dan 3’e düşmüş. 2010lu yıllarda dünya nüfusunun yarısının bu orana veya aşağısına ineceği, 2020lerde ise global fertilite oranının 2.1’ın altına düşeceği tahmin ediliyor. Bu büyük değişimde gelişmekte olan ülkelerdeki süreç çok etkili çünkü gelişmiş ülkeler 20. yüzyılın ilk yarısında zaten bu oranın altına düşmüş durumdaydı. Birkaç çarpıcı örnek : Bangladeş’te doğurganlık oranı 1980’den 2001’e 6’dan 3’e düşüyor. Aynı şey Mairitius’ta sadece 10 yılda (1963-1973) gerçekleşiyor. Derginin en heyecan verici bulduğu örnek ise İran. 1979’da kontolü ele alan yeni rejimin ülkede aile planlamasını yasaklaması sebebiyle 1984’de 7 ye çıkan doğurganlık oranı 2006’da ülke genelinde 1.9’a, başkent Tahran’da ise 1.5’e kadar düşüyor. Bu durum iyi eğitimli, hayattan farklı beklentileri olan, kadınların çalışma hayatına atıldığı yeni neslin rejime ve rejime bağlı eski kafalılara başkaldırısı olarak yorumlanıyor.

Yazıda zenginlik ve hayat standardı ile fertilite oranı arasında güçlü bir ilişki olduğuna dikkat çekiliyor. Gelişmiş, kişi başina düşen milli gelirin yüksek olduğu ülkelerde doğurganlık oranı fakir ülkelere kıyasla oldukça düşük. Yine hanehalkı düzeyinde yapılan araştırmalar da zengin ailelerin daha az cocuk sahibi olduklarını gösteriyor. Neyse ki bu negatif korelasyon fertilite oranındaki düşüşün zenginliğe sebep olduğu seklinde yorumlanmamiş. Tavuk yumurta ilişkisi gibi çift tarafli bir etkileşim olduğu dile getiriliyor. Yani az cocuğu olan aileler daha varlıklı oluyor, daha varlıklı ailelerin daha az çocuğu oluyor.

Peki doğurganlık oranını azaltmak ülke ekonomisine nasıl katkıda bulunuyor? 3 yolla bunun ülke ekonomisine faydası olacağı belirtiliyor: Doğurganlık oranındaki düşüş kadınların iş hayatına atılmasını kolaylaştıracak. Gelir daha fazla ve çocuk sayısı daha az olacağı için aileler daha fazla tasarruf yapabilecek, böylece ülkede yatırım için daha fazla kaynak olacak. Daha fazla yatırım ise daha hızlı büyüme ve zenginlik demek. Bu mantık yürütme doğal ve doğru görünse de ben tasarruf ile büyümeyi sağlayacak yatırım arasında bu kadar basit bir ilişki olduğunu düşünmüyorum. Çok basit bir data analizi daha hızlı büyüyen ya da zengin ülkelerin tasarruf oranının (Saving rate) sistematik olarak daha fazla olmadığını gösterecektir. Kaldı ki birçok az gelişmiş ülkede finansal sistem paradan para kazanma mantığı üzerine kurulu. Bu mantık yürütmenin ilk halkası olan daha çok kazancın daha çok tasarruf getireceği bile bence çok zayıf bir argüman. Ekstra gelirin tüketime değil de tasarrufa gideceği nerden malum. Meşhur consumption smoothing argümanıyla en azından bir kısmının birikime ayrılacağı söylenebilir ama bu daha ilk halkasından zayıf olan mantık yürütmedeki sakatlığı kurtarmaya yetmez.

İkinci olarak doğurganlıktaki azalma kişi başına düşen sermaye miktarını arttıracak. Mesela bir tarla babadan oğula geçtikçe bölünecek, sonuçta o kadar küçülecek ki artik verimsiz hale gelecek şeklinde bir örnek veriliyor. Tabi yine kişi başına düşen sermaye miktarı ile büyüme ve zenginlik arasındaki ilişki havada. Büyüme üzerine yazılan onlarca makale ve kitap ülkeler arasındaki gelir (Toplam veya kişi başina düşen milli gelir) ve büyüme farklılığının kişi başına düşen sermaye miktarındaki farklılıkla açıklanamayacağını gösteriyor (“Barriers to Riches” Parente and Prescott (2002), “Development Accounting” Hsieh and Klenow (2009 )).

Son olarak bu oranın düşmesi çocuk nüfusunu azaltmak anlamına geldiğinden çalışan nüfusa bağımlı olan toplam nüfus (Çocuklar ve yaşlılar) azalmış oluyor. Tabi uzun vadede bugünün çalışan nüfusu yaşlanıp da bugünün çocukları çalışan nüfus olduğu zaman durum tersine dönecek. Yazıda Avrupa örnek verilerek buna değinilmiş ama yeni nesil kadınların iş gücüne katılma oranları da fazla olacaktır denilip geçiştirilmiş ki bence bu hiç ikna edici değil. Şu anda yaşlanan Avrupa ve Japonyayı bekleyen en önemli sorun bu. Doğurganlık oranının 1 gibi cok vahim bir rakam olduğu Almanya hiç hoşlanmasa da göçmenlere muhtaç olacak.

Yazımı noktalarken Türkiye’de durum ne acaba diye düşünenler için aşağıdaki figürü ekledim. Görünen o ki biz de başarılı! komşumuz İran’dan geride değiliz. Bir de son olarak çocuk teşvikleriyle nüfusu kurtarmaya çalışan Fransa ve yine doğurganlık oranı yukarı doğru seyreden A.B.D yi karşılaştırma olması için ikinci figüre ekledim (Kaynak: OECD). Umarım bu yazıdan benim doğurganlık oranının azalmasından rahatsız olduğum veya buna karşı olduğum gibi bir sonuç çıkarılmaz. Neticede kişiler ne kadar çocuk sahibi olmak istediklerine karar verme hürriyetine sahip. Benim hoşlanmadığım nokta insanların kendi değer yargılarını (Çok saygın bir dergide bile olsa) birkaç figür ve tablo ile bilimsellik süsü vererek doğru olarak empoze etmeye çalışmaları. Bu konu benim uzmanlık alanım değil ancak ülkemizde yaşanan sürecin uzun vadede önemli sonuçları olacağı öngörülüp bu konunun her yönüyle ele alınacağı ciddi çalışmalar yapılması gerektiğini düşünüyorum.





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder